19 Şubat 2015 Perşembe

Ayrılık Zamanı

Motor bloğu ve vites kutusundan bahsediyorum.

Bunca zaman savsakladıktan sonra önümde iki seçenek vardı; gövde aksamının geri kalanı ve ön tekerleği tamamen sökebilirdim, veya motor ve vites kutusunu sökerek devam edebilirdim. Tekerlek ve ön takımdan çok bir iş beklemiyorum, en fazla rulmanlarını değiştirmek gerekecektir, onun dışında şasiye kaynaklanmış fazlalıkları traşlayıp boyamak için bir engelim yok sayılır.

Fakat asıl kapalı kutu motorun kendisi. Ne kadar sağlıklı olduğunu bilmiyorum, içeride kırık dökük var mı onu da bilmiyorum. Önceliği motor ve vites kutusuna verirsem ortalık darmadağın olacak ama değişecek birşeyler tespit edersem parça tedariği için zaman kazanmış olacağım. Ben de motora girişiyorum.

Motor ve vites kutusunun ayrılmış hali. Topu topu 4 tane somunla tutturulmuş, gayet pratik bir biçimde birbirinden ayırıyorum. Sağ tarafta motor bloğunun ortasında debriyaj balatasını görüyorsunuz. Günümüzde hemen hemen her motosiklet modelinde, motor bloğunun içinde konumlanmış, motor yağının içerisinde çalışan "ıslak" debriyaj tipi kullanılıyor. O zamanlar demek ki o teknoloji henüz gelişmemiş ki "kuru" debriyaj kullanılmış. Daha iri, gerektiğinde ulaşması daha zor, özellikle hor kullanılırsa ömrü daha kısa, ancak basit bir mekanizma, ve ıslak debriyaj gibi özel bir motor yağına ihtiyaç duymuyor.

Eski teknoloji dedim ama, ihtiyarın torunlarında, bütün BMW R serisi motorlarda, taa 2013 yılına kadar aynı tip debriyaj kullanıldı.

Bu arada, bu blokların temizlenmiş, yağdan çamurdan arındırılmış hali. O konuya biraz sonra geleceğim.
Üst kapakları tutan somunu söküyorum. İçeride bir sürpriz yok. Fotoğrafta sol taraf egzoz çıkış, sağ taraf ise benzin-hava giriş subabı. Orta kısımda gördüğünüz somunlar, ta aşağı kadar uzanan itme çubuklarını tutuyor. Emme ve egzoz subapları, pistonların hareketiyle senkron biçimde bu çubuklar yardımıyla açılıp kapanıyor. Modern araçlarda artık bu çubukların yerini de trigger adı verilen zincir veya kayış mekanizması almış.
Üst kapaklar da böyle. Egzoz tarafı belirgin biçimde daha çok kurum bağlamış.
Contalar genel olarak fena durumda sayılmaz, hatta zorda kalsam tekrar kullanılabilir bile. Ama ne gerek var, onları da yenilemeyeceksem bu kadar zahmete niye girdim, öyle değil mi?
Hepsi değil tabi. Örneğin karbüratörün bağlandığı emme manifoldundaki conta lime lime olmuş.
Neyse, hızımızı almışken devam edelim. Subap milleri bloğa ikişer tane cıvatayla sabitlenmiş. Onları sökünce hem mil yatakları, hem itme çubukları, hem de bloğun üst kısmı çıkmış olacak.
İşte böyle. Üst kapakta, subapların alt kısmını görüyorsunuz, aşağıdaysa piston en tepe konumunda bulunuyor. 

Kendi renkleri siyah değil, fakat zaman içinde, büyük ihtimalle ayarsız karbüratörün de etkisiyle hepsi kurum bağlamış. Açmışken iyi bir temizlik istiyor.

Subaplara ne yapmam gerektiğine henüz karar veremedim. Böyle bakınca göze çarpan bir sorun yok. Yerlerinden sökmeye değer mi değmez mi bilemiyorum. Hem sökmek için gereken alet de bende yok. Neyse, hele bir temizleyeyim de sonra düşünürüm artık.
Artık dışarıya karşı koyacak bir vakum olmadığından, debriyaj balatasından tutup motorun şaftını, böylece de silindiri kolaylıkla hareket ettirebiliyorum.
Silindir bloğunu tutan 4 tane somundan kurtulup bloğu yumuşak hareketlerle yukarı çekince piston boşa çıkıyor. Üst kısımda, pistonun üst kısmına doğru gördükleriniz, daha önce bahsettiğim, pistonla silindir duvarı arasındaki izolasyonu sağlayan segmanlar.
Pistonu kola bağlayan çubuğu çıkarmak için önce her iki ucunda bulunan metal halkaları yerinden kurtarıyorum. Şansıma oldukça muntazam ve kolay yapılmış, basit bir kargaburunla rahatça alıyorum.
Sonra da, içerideki boru şeklindeki bağlantıyı, yakın çapta bir metal çubuk yardımıyla dışarı çıkarıyorum. Böylece piston da yerinden kurtulmuş oluyor.
Veee günün tatsız sürprizi. Pistonu tutan kol, tam uç kısmından kırılmış. Burası, bütün motor bloğunda belki de en büyük kuvvetlere maruz kalan ve en hızlı hareket eden yer. Tamirinin mümkün olacağını sanmıyorum; biçimindeki en ufak bozukluk, ciddi titreşimlere ve ilerde daha büyük hasarlara yol açabilir. Ya gittiği kadar deyip çok fazla yıpranmamasını umacağım, ya da ucuz yollu bir çıkma bulup değiştireceğim. Bakalım...
Şimdi size bambaşka bir üstün Alman teknolojisinden bahsedeyim: Domol marka fırın temizleyici sprey.

Ennihayetinde bir fırının içindeki kirle bir motorun içindeki kir aşağı yukarı aynı; ağırlıkla kömürleşmiş yanık yağ ve organik moleküller.

Spreyi yanık yüzeyin üzerine sıkıp birkaç dakika bekliyorsunuz, sonra da bulaşık süngeriyle iyice ovuyorsunuz. Bayağı inatçı bir katman olduğundan, bunu birkaç defa tekrarlamak gerekiyor. Aklınızda bulunsun, motor tamiratıyla ev hanımlığı arasında tahmin ettiğinizden çok daha ince bir çizgi var.
Aynısını pistona da yapıyorum. Bu sadece ikinci tur, düşünün artık simsiyah katman daha ilk seferde nasıl pes etti.
Piston demişken, bu orijinal piston değil. Motor vaktiyle rektifiye görmüş, yani silindirin iç çeperleri ilk üretildiğindeki gibi pürüzsüz hale getirilmiş, fakat doğal olarak çapı da büyümüş. Orijinali 68mm çapındayken bu elimdeki 69mm çapında Meteor marka bir piston.

Yüzeyi hiç de pırıl pırıl sayılmaz. Acaba bu şartlarda normal mi sayılır yoksa işlevini etkileyecek kadar kötü mü?
Fırın temizleyici köpükte biraz beklesinler bakalım...

5 Şubat 2015 Perşembe

Müze Gezmesi 2. Bölüm

Bıraktığım yerden devam edeyim. Motosiklet yarışlarına özel bir kısım var sırada. Beni önce RS255 selamlıyor. Isle of Man yarışlarına özel olarak üretilmiş 500cc motor, ön ve arkaya tam %50-50 dağılmış sadece 160kg ağırlık, ve aşırı beslemeli (kompresör) motor. Sene 1938, varın gerisini siz düşünün.

2000 yılında Dakar'ı kazanan F650RR.
Bu da sepetli yarışlar için hazırlanmış. Sepet dediysem, sacın üzerine incecik, minderden hallice bir zemin koymuşlar olmuş bitmiş.
Buysa daha "modern" bir örnek. Gidonun hali, karenaj, sepet, bu sefer hepten akla ziyan.
Zamanının hız rekorunu kırmış WR500. Haliyle motosikletten çok levreği andırdı bana.

Burada, şu ana kadar gördüklerimin hepsi bir anda uçtu gitti. Açıklamasını okuduğumdaysa oturup hüngür hüngür ağlayacaktım neredeyse. 8 serisi, körfez krizi dönemine denk gelmiş, ticari açıdan pek başarılı olmayan bir model olmakla birlikte, 25 yıl sonra bile her yönüyle nefes kesici. Tam da üstü açılır modeli de mi varmış diye ağzımın sularını silerken öğrendim ki meğer yokmuş. Bu da dünya üzerinde yalnızca üç örneği bulunan talihsiz bir prototip. 

Nedendir bilmem, BMW'leri severim ama yine de öyle model tarihçelerini falan bilecek kadar marka düşkünü sayılmam. Örneğin, bu salona gelene kadar, bilindik ve etrafta görebildiğimiz Z serileri dışında bir roadster geçmişi olduğundan haberim yoktu. 

Şu güzelliğe bakın! Gerçi o zamanlar öyleymiş, çağdaşları Mercedes 190SL ve 300SL olan bir araba çirkin olabilir mi? 

Ama başarısız olabilir. 307 Roadster, sadece 240 adet üretilmiş, çok fena zarar etmiş.
Daha da öncesi var. 1934 model 315/1.
Ve onun halefi 1936 model 328. 2 yıl içerisinde tasarımdaki gelişme muazzam.
M serilerine de özel bir salon ayrılmış. Geleneğin ilki olan M1 hariç diğer hepsi, kendi serilerinin birer özel modeli olarak çıkmış. Dışardan bakınca da belki ufak tefek detaylar hariç belirgin bir farkları yok.
Ve hemen yanda M motor ailesi...
Son olarak, tasarımı gerçekten çok özel modelleri bir araya getirdikleri bir salona giriyorum. Bu bir 328 Mille Miglia. Az önceki 328 roadster'ın İtalya'daki 1000 mil yarışlarına katılmak üzere geliştirilmiş modeli.
2009'da sergilenmiş, turbo dizel - elektrik hibrit konsept modeli. Anlaşılan, zaman içerisinde tamamen elektrikli üst sınıf i8'e evrilmiş.
Bu da 6 silindir K1600 motorunu kullanan bir yarış motoru konsepti. Hoşuma gitmedi, bir altı kaval üstü şişhane durumu var sanki.
70'li yıllar ne çirkin bir dönemmiş...
Ama bu öyle mi ya? Fren ve debriyaj manetlerinin şıklığına bakın hele.













Artık ufak ufak çıkma vakti. Müzenin hediyelik eşya bölümüne şöyle bir göz attıktan sonra tekrar BMW Dünyası binasına geçiyorum. Orada da son bir turdan sonra ver elini metro. Yolunuz düşerse mutlaka uğramanızı tavsiye ederim, arabalarla motorlarla çok aranız olmasa bile, müzeye girmeksizin, sırf birşeyler atıştırıp bir kahve içmeye bile gelinebilir. Daha meraklılar içinse fabrika turunu öneriyorum.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Müze Gezmesi 1. Bölüm

Köprünün üzerinden geçip müze binasından içeri girince, bilet gişesinden hemen önce sizi bu üç eser karşılıyor. (Taşıt demeye dilim varmadı.) Üç nesil lüks sınıf, bir nevi günümüz 7 serisinin büyük büyük büyük dedeleri. Önden arkaya 1939 model 335, 1954 model 502 ve 1968 model 3.3 Li.

Özellikle 502'ye bayıldım. Zamanına göre bile müthiş, sıradışı bir tasarım. İç mekanın zarafetini ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim.

Hemen karşıda müzenin hediyelik eşya mağazası var. Çok hoş kitaplar vardı ama geri kalanı herhangi bir oyuncakçıda bulabileceğiniz model araba ve motosikletler, kupalar, bardaklar vesaire... Biraz zayıf kalmış sanki.

Giriş ileride en solda, hemen öncesindeyse (fotoğrafta sütunun arkasında kalıyor) bilet gişesi. Günahı 10 Euro. Biletle beraber bir de müze planı veriyorlar, ama içerisi o kadar akıcı ve güzel düzenlenmiş ki bir kere bile açıp bakmaya ihtiyaç duymadım.
Biliyorsunuzdur, adamlar işe ilk olarak uçak motoru yaparak girişmişler, hatta meşhur amblemin ortasındaki mavi beyaz dilimlerin dönen bir pervaneyi sembolize ettiği söylenir. (Aslında, mavi beyaz, Bavyera Eyaleti'nin renkleri, konunun pervaneyle bir alakası yok.) Ama otomobil ve motosiklet de neredeyse hemen arkasından gelmiş. Bu giriş kısmında, markanın her daim yenilikçi ve ilerici olduğundan dem vuruluyordu, çok da yalan sayılmaz herhalde.
Bu da 1923 yılında ürettikleri, ilk motosiklet modeli R32. 500cc, 8,5 beygir. Haliyle o zamanlar durum bisikletten hallice, amortisör falan hak getire.

Üzerindeki iki silindirli boksör motor ve şaftlı aktarma ise, 90 yıl boyunca gelişerek bugüne kadar geliyor.  
Günümüzde bile kolay kolay cesaret edilemeyecek bir tasarım, hem de taa 1934'ten kalma. Gerçi o zaman da seri üretime geçmeye cesaret edememişler; türünün ilk ve tek örneği, çağdaşlarındansa yıllarca ileride. 750cc ve 36 beygir. Gövdesi pres metal, öndeyse teleskopik amortisörler var. Hikayesi ise çok daha ilginç; motor a'dan z'ye sıfırdan tasarlanıyor, ancak seri üretime geçme maliyeti muazzam. Böyle olunca da bu yegane prototipi jilet fabrikasına kurban etmeye kıyamamış olacaklar ki söküp depoya kaldırıyorlar. Hatırlanıp da tekrar toplanması ise taa 2005 yılını buluyor.
Bu da bambaşka bir inovasyon: görünüşe göre tarihteki ilk Doblo'yu da BMW icat etmiş! 3/15 binek modelle aynı seriden üretilmiş, yük taşımaya yönelik hafif ticari araç. Bir canavar yarattıklarını bilselerdi...
Bundan sonra, bir rampadan yokuş aşağı yürümeye başlıyorum. Sağ taraf, 3 kat boyunca kesintisiz bir vitrin, başlıca motosiklet modellerini seyrede seyrede ilerliyorum. Son derece estetik, ama bir o kadar da can sıkıcı. Keşke doğru düzgün etraflarında dolaşa dolaşa inceleyebilseydim. Hepsinin fotoğrafını buraya koyacak halim yok, zaten pek fotojenik bir yer de değil ama ihtiyarın kardeşini yakalamışken, hem de Steib LS200 sepetiyle birlikte, burada sergilemesem çok ayıp olur.
1602'den başlayarak 3 serisinin günümüze kadar (hayır, 2005'e kadar) olan gelişimi. İnsanın aklı ister istemez şu meşhur Lada reklamı parodisine gidiyor.
Reklam demişken... Bu seferki gerçekten yayınlanmış. Altta diyor ki, "Bazen bir Mercedes bile sürüş zevki taşıyabilir."
Tamam canım, her zaman da o kadar güzel modeller ürettikleri söylenemez. Fakat 700, biçimsizliğine rağmen, markayı mali krizden kurtaracak kadar başarılı olmuş. Bu modelden sonra, 2000'lerde Mini'yi satın alana ve 1 serisini çıkarana kadar ekonomik sınıfa bir daha bulaşmamış.
Frigya'lılardan kalma 3 bin yıllık testiyi koyup altına "testi" yazan bizim müzelerin aksine, hem akışıyla sizi alıp götüren iç mimari ve müze tasarımı, hem de ana temalarını koruyarak sanata da göz kırpmaları hayranlık uyandırıcı. (Bu sevimsiz genellemenin dışında kalan müzelerimiz de var tabii, öncelikle Bodrum Kalesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, geçen yaz geçerken rastgele daldığım Sagalassos Antik kenti gibi...) 
Daha fazla uzatmadan, ben de sanata göz kırparak ilk bölümü bitireyim. Böyle fasikül fasikül yayınlama niyetim yoktu aslında ama farkettim ki epey anlatacak şey toplamışım. Arkası yarın...

Çeşmenin Başından Sevgilerle...

Bugün ihtiyar başrolde değil. Daha doğrusu, bizim ihtiyar değil; yoksa ihtiyardan bol bir şey görmeyeceksiniz.

Yolum Münih'e düşünce fırsattan istifade çeşmenin başını bir ziyaret edeyim dedim. BMW Müzesi'ndeyiz...

Müze, BMW Welt (BMW Dünyası) ve fabrikayla birlikte aynı kompleksin içerisinde. Üçü de, hem benim gibi hariçten gazel okuyan ziyaretçiler, hem de müşteriler düşünülerek hazırlanmış. Ofis kısmı da var ama orası bizi ilgilendirmiyor. Fabrikada önceden kaydolunarak saat başı rehberli turlar düzenleniyormuş ama hem epey plansız gittiğim için hem de çok da ilgimi çekmediğinden o tarafa bakmadım.

Önce BMW Dünyası'na giriyoruz. Dışarıdan ilk bakışta pek bir şeye benzemeyen yapı, içeride son derece ferah bir his veriyor. Hacim geniş geniş kullanılmış, son derece modern bir iç mimari yaklaşımı benimsenmiş. Herhangi bir rahatsızlık hissi şöyle dursun, içeride aylak aylak dolanırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Sadece iri bir otomobil galerisi gibi de donatılmamış, etrafa serpiştirilmiş gayet hoş kafe ve restoran kısımları, hediyelik eşya satın alabileceğiniz şık bir mağaza da var.

Doğal olarak, girişten itibaren öncelikli odak noktası arabalar. Hatta araba deyip geçmeyin, yeni çıkan elektrikliler dahil hemen hemen tüm ürün gamının yanısıra, BMW grubuna dahil Mini ve Rolls Royce'lar da sergileniyor. 2, 3, 4 serileri ve i3 gibi "alt sınıf" araçların sürücü koltuğuna kurulabilmek de mümkün. 







Biz faniler bu kısma giremiyoruz sanırım. Gerçi teşebbüs de etmedim, yanlış bir şey söylemeyeyim.












Bu arkadaş da Isetta 250. Bizim ihtiyarla aynı motora sahip. 3 tekerlekli, 2 kişilik, tek kapılı(!), son hızı 80 küsür km. 












Motosikletler maalesef epeyce ikinci planda kalmış, o kadar ki, kalite, şıklık ve okkalı fiyat etiketiyle meşhur motosiklet kıyafetleri bile satılmıyor.

Fotoğrafta en öndeki yeni çıkan S1000R bu arada. Şöyle bir üzerine bindim ama bu kambur oturma işine hiç alışamayacağım ben.
Bir kenara S1000XR de koymuşlar, ancak sadece dekor niyetine duruyor. Henüz oturup kurcalamak mümkün değil.
Anladığım kadarıyla karşıdaki platform, hazırlanan siparişlerin müşterilere teslim edildiği bölüm. Malum, bu taraflarda otomobil satışları bizdeki gibi bayinin kafasına göre yapılmıyor, bu yüzden de sokaklar bizdeki gibi tepeleme beyaz, siyah ve gri arabalarla dolu değil. Aracınızı en ince ayrıntısına kadar gönlünüze göre donatıp siparişi ona göre geçiyorsunuz.

Bu fotoğrafı, öndeki "dekor" güvenlik aracı için değil, arkadaki eserden dolayı çektim. Düpedüz egzoz manifoldundan sanat eseri uydurmuşlar. İşin asıl garibi, bence çok da estetik olmuş. 

Zaten çoktan anlamışsınızdır ama yeri gelmişken söyleyeyim, bu sefer fotoğrafları maalesef ben çekiyorum. Hem fotoğraf makinesi turist boyu minik, hem de fotoğrafçı acemi olunca hal böyle oluyor maalesef.
Havanın pırıl pırıl haline aldanmayın, sıcaklık sıfırın altında ve güzel ayaz var. Neyse, BMW Dünyası'nda çok da fazla oyalanmadan binanın diğer ucundaki kapıdan çıkıp köprünün üzerinden asıl sebeb-i ziyaretime doğru ilerliyorum...